22 Aralık 2009 Salı

Doyumsuzdur İnsan Nefsi

Cem ile bir atraksiyona daha kalkıştık;

http://basintribunu.blogspot.com

Gittikçe büyüyoruz efendim, durduramıyoruz... :)

Süleyman Seba derdi ki...

Cem'in Turkcell Süper Lig ilk yarı değerlendirmesinden sonra, bugün dersimin erken bitmesi sebebiyle izleyebildiğim Ziraat Türkiye Kupası'nda oynanan Manisaspor - Beşiktaş maçı hakkında bir şeyler yazmak istedim.




Maçtan önce hakem Hüseyin Göçek hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Türkiye Futbol Federasyonu'nu ile Merkez Hakem Kurulu'nun gözde hakemlerinden biri olan Göçek, İstanbul bölgesi hakemlerinden ve asıl mesleği mühendislik. İlk profesyonel hakemlik deneyimini ise 1. yardımcı hakem olarak PAF Ligi'nde 12 Eylül 1998 tarihinde oynanan Fenerbahçe - Kardemir Karabükspor maçında yaşamış. Bu maçı Fenerbahçe PAF takımı 3-1 kazanmış.

Şu an içinse profesyonel olarak yönettiği son maç 22 Aralık tarihli Manisaspor - Beşiktaş maçı oldu ve yine ilginç kararları ile maça damgasını vurdu. Manisaspor adına verilmeyen 2 gol vardı ki bunlara daha sonra değineceğim.

Maça tempolu başlayan, bu oyunu sonuna kadar götüren takım Manisaspor oldu. Koyu bir Galatasaray taraftarı olarak oynadıkları oyunu gerçekten çok beğendim ve izlemeye değdi doğrusu. Maç boyunca aktiflerdi, sahada basmadık yer bırakmadılar. Elbette bugün Beşiktaş gibi bir takımın çok pasif olması da buna etkendi fakat çıktıkları kontrataklarla adeta rakiplerine ders verdiler. Attıkları gollerden sonra geriye çekilmeleri tamamen "rakip büyük takım" sendromundan kaynaklandı. Eğer skor eşitken oynadıkları futbolu galip oldukları zaman da sürdürebilselerdi, gerçekten fark olması kaçınılmazdı. Ayrıca bu performansları sayesinde Mehmet Nas'ın Turkcell Süper Lig takımlarında oynayan oyuncular arasında "en iyi dikine giden" futbolculardan biri olduğunu gördük. Manisaspor'un her akınında vardı bir şekilde. Her ne kadar Mesut Bakkal tarafından yenilen golde hatalı olduğu söylenmiş olsada, iyi bir futbol ortaya koydu. Gerçekten çok güzel iki gole de imza atacaktı ancak Isaac Promise tarafından ikisinde de engellendi.




Pozisyonlu ancak vasat geçen ilk yarıda dakikalar 38 olduğunda Kanadalı Joshua Simpson'ın kafa golüyle sevindiler Manisalılar. Beşiktaş kalecisi Korcan Çelikay'ın çabasına rağmen top ağlarla buluştu ve tabelada skor 1-0 Manisaspor'un lehine oldu. Bu dakikadan sonra kilometrelerce uzaktan sesimi duyurmaya çalışarak fahri teknik direktörlük yapmama rağmen geriye yaslanmaya başladı ev sahibi takım. Beşiktaş ise buna karşılık olarak ataklar geliştirse bile, sanki "ilk yarı bitsin, soyunma odasına gidelim" der gibi oynadı. Nitekim ilk devre 1-0 Manisaspor üstünlüğü ile tamamlandı.

İkinci yarıya baskın başlayan taraf Beşiktaş oldu. Oyuna İsmail Köybaşı'nın yerine Mert Nobre, Rodrigo Tabata'nın yerine Yusuf Şimşek dahil edildi Mustafa Denizli tarafından. Ve dakika 48'de Bobo'nun şık hazırlanan golüyle Karakartallar beraberliği yakaladılar. İşte bu dakikadan sonra sahada Manisaspor fırtınası esmeye başladı. Beşiktaş'ın galibiyet için saldırmasına izin veren ancak savunmanın tandeminde görev yapan A.J.A Auxerre'den transfer Oumar Kalabane'nin iyi performansıyla olası gollere dur diyen Ege takımı, hızlı hücumlarla rakibinin üstüne gitmeye başladı. Ofsayt gerekçesiyle 2 golleri verilmedi.



Manisaspor verilmeyen gollerin ve oynanan futbolun mükafatını ise Ergin Keleş'in ayağından, formasının sırt numarasıyla ve memleketinin plaka koduyla aynı dakikada, yani 61. dakikada buldukları golle aldı. Golde ise Korcan Çelikay'ın acemiliğine verilmesi gereken bir hatası vardı ki, bu sayede son yılların en ilginç gollerinden birine şahit olduk. Korcan'ın vurduğu top Tomas Sivok'a çarpınca Isaac Promise'nin önüne düştü ve Ergin Keleş'e açılan top ağlarla buluştu.

2-1 öne geçince Manisa yine aynı şeyi yaptı ve arkaya yaslanmaya başladı. Mustafa Denizli bunu farkederek 77. dakikada sahada yokları oynayan Rodrigo Tello'nun yerine, ona nazaran daha süratli olan Serdar Özkan'ı aldı. Beşiktaş bastırsa bile sonuç alamadı. Son dakikalarda Nizamettin Çalışkan - Mehmet Güven ve Yiğit İncedemir - Ferhat Çökmüş değişiklikleriyle zaman geçiren Mesut Bakkal'ın öğrencileri, ligde yenişemedikleri Beşiktaş'ı ders niteliğindeki futbollarıyla 2-1 mağlup etmeyi başardılar.

Gelelim Hüseyin Göçek'in kararlarına;

Maçın ilk yarısında bariz sarı kart göstermesi gereken pozisyonlarda ılımlı davranarak kartına başvurmadı, çıkardığı 4 sarı kart tercihinin tamamını ikinci yarıda kullandı. Manisaspor'dan 52. dakikada Eren Aydın ve 72. dakikada Yiğit İncedemir sarı kart görürken, Beşiktaş'tan 71. dakikada Tomas Sivok ve 90. dakikada İbrahim Toraman sarı kart gördüler. Karttan daha önemlisi Manisaspor'un verilmeyen 2 golüydü ki bu kararlarında da son derece başarılıydı. 2 golde gerçekten ofsayttı ve Mehmet Nas'ın vermiş olduğu golünü iptal ederek adil davrandı.



Maçın bitiş düdüğü çaldığında aklıma Süleyman Seba'nın bir zamanlar yanlış hakem kararları nedeniyle sarfettiği "Beşiktaş gerekirse hakemleri de yener" sözü geldi aklıma.

İşte bugün tam tersi vardı Manisa'da.

Beşiktaş hakemin adaletine ve Manisaspor'un şanssızlığına rağmen kazanamadı...

Hayat Fena Halde Futbola Benzer

Trabzonspor-Fenerbahçe maçıyla süper,müthiş,perfekto ligimizin de nihayet ilk devresi sona ermiş bulunmakta.Hal böyle olunca insan bir yarı-sezon değerlendirmesi yapmak istiyor tabi.Her ne kadar bu blogu futbol yazmak için kullansam da ve de kullansak da,maalesef işimizin zor olduğunu düşünüyorum çünkü bence -ki bunu insan belirli bir olgunluğa erişince anlıyor- ülkemizde futbol adına bir konuşacak birşey yok.Ama neyse ki buranın genel yayın yönetmenlerinden biri de ben olduğun için her türlü konuda yazmakta serbestim.Yani anlayacağın,değerlendirme;sadece ligin ilk yarısında olanlarla ilgili değil,''Güz Dönemi'' boyunca olanlarla ilgili.

Sezon başında gazetelerde çıkan haberler nedeniyle Rijkaard'ın gelebileceği tek kulübün Fenerbahçe olduğuna inandırılmak,Galaasaray'la anlaştığını öğrendikten sonra insanda ister istemez bir hazımsızlık yaratıyor.Hele ki haberi öğrendiğinizde, aylarca ''ya olm bırak bu işleri,Rijkaard Türkiye'de bir takıma gelir,o da Fenerbahçe'dir !'' diye dalga geçtiğiniz Galatasaraylı kuzeniniz yanınızdaysa,insan ilk başta şöyle bir yutkunuyor,ve ister istemez gözleri doluyor.Bu hayal kırıklığı ve insana hiçbir heyecan vermeyen Daum hamlesiyle başladık sezona.Fakat ne kadar şanslıydım ki,öğrenim hayatımda tam tersi oldu.Uludağ olacak diye beklerken,Ege geldi.Daum-Rijkaard gibi yani.Ege Üniverstiesi'nin heyecan verici çok özelliği vardı,mesela İzmir'de olması.Tıpkı Rijkaard'ın Hollandalı olması gibi.Ama göz ardı ettiğim bir şey daha vardı,o da Uludağ Üniversitesi'nin İstanbul'a daha yakın olmasıydı.Ve yine tıpkı Daum'un şampiyonluğa daha yakın olması gibi.

Haftalar ilerledikçe,köprünün altından baya bir su aktı.Galatasaray gelene gidene 3-5 çekti.Gerçi gelen giden tırı vırıydı ama aynı sekansta Fenerbahçe'nin oynadığı oyun zevk bile vermiyordu.Ne olduğunu anlayamadığınız bir şekilde gol atıyorlardı,Lugano ve Bilica,zaman zaman Önder,sayesinde de gol yemeyince işler tıkırındaydı.Ancak bir zaman geldi ki,hem ben hem de Galatasaray, bir sorunla karşılaştık.Peş peşe gelen galibiyetlerden sonra Galatasaray önce beraberliklerle,sonra mağlubiyetlerle tanıştı.İşte o günler,benim de artık yavaş yavaş ''yahu ben niye buradayım?'' diye sormaya başladığım günlerdi.Artık İzmir'in bir çekiciliği kalmamıştı.Yine de yaşancak yerdi doğrusu.Tıpkı Galatasaraylılar'ın Rijkaard için ''yaşanacak adam'' demesi gibi.Ya tamam arkadaşım ya,belki o kadar duygusal değillerdir ama ileride bir gün hatırlamak isteyecekleri günlerdir bu günler.Ancak hayat her zaman hatırlanacak anılarla geçmiyor doğal olarak...


Çok geçmedi ki Fenerbahçe'de de sorunlar başlamasın.Fenerbahçe'nin Avrupa Ligi ile beraber yeni bir ''maceraya'' başladığı günler,benim de yeni ama aslında eski denilebilecek bir heyecana başladığım günlere denk geliyordu.Ancak o günler hiç de iyi gitmedi.Lige peş peşe pu an kayıpları ve mağlubiyetler,bende ise hüran,uykusuzluk ve karın ağrısı vardı.Tabiki de Fenerbahçe yüzünden değil,büyüdük artık.Şampiyonlar Ligi Finali'nde ilk yarısını 3-0 önde kapattığımız maçı vermedikçe Fenerbahçe için kendimi üzmem.Gerçi o günleri görebilsek,buna bile katlanırım ama benim asıl derdim başkaydı.Dert diyorum ama aslında geceleri uyumamı sağlayan kişiydi,belki görürüm diye.Ancak beklenen olmadı ve alınan mağlubiyet sonrası puan cetvelinde tepetaklak düşüş yaşadım.




Ancak sağolsun,ileride inşallah psikolog olacak bir arkadaşım sayesinde -denilebilecek şekilde- bu olayı atlattım.Roland Koch'un takıma etkisi gibi.Koch,o motive edici konuşmalarını yaptı ve liderlik geldi...



Derken,insan bir de bakıyor ki zaman geçmiş,ilk devrenin sonu gelmiş,finallerin tarihleri açıklanmış.Ve de anlıyor ki futbol her zaman hayatla paralellik göstermez,çünkü bizim maçlarımız yeni başlıyor.Devre arasında ise istikamet Antalya değil,İstanbul...

20 Aralık 2009 Pazar

der Strauss..

Blogun yapısına uyacak şekilde, Almanca bir başlık ile başlamak istedim bende bu posta.

Genel itibariyle spor, özellikle de futbol bazlı bir blog olacağı izlenimini versek dahi, içinde kişisel görüşlerimizin veya yaşantılarımızın gerekli kısımlarını bulunduracağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Faydalı olmak ise amacımız, güncel ile harmanlanmış çok şey bulacağınızdan şüpheniz olmasın.

Gelelim "dert yanmak için" hazırlandığım yazımıza...

İnsanın doğduğu şehirden, doğduğu semtten, doğduğu sokaktan hatta doğduğu evden kolay kolay ayrılamadığı su götürmez bir gerçek. Hele ki henüz reşit olmuşsanız ve bu gurbetliğe karşı boynunuz kıldan inceyse kabullenmek kolay ancak alışmak çok zor olur. Kabullenmenin kolaylığı ailenin baskısından kurtulma mantığında olmaktan kaynaklanır çoğu zaman. Genellemek gerekirse annenin sana "odanı topla" demeyecek olması ya da belirli bir vakitten sonra babanın arayarak "çabuk eve gel" diyerek fırça atmayacak olması o kadar cazip kılar ki ailenden uzaklarda bulunmayı. Üstelik ebeveynin rızasını sormadan gitmek, onların seni uğurlarken gözlerindeki mutluluk ayrı bir haz verir ergen kişiliğe çünkü "hem golü attım hemde rakip taraftar tarafından kutlandım" hissiyatı oluşur.

Bunları bundan 2 ay öncesinde bende yaşadım. Evet ailemle bir sorunum yoktu ancak yaşımın bünyemde oluşturduğu bir hırçınlık, bir ayrıklık ve tezatlık vardı ve bu beynimi kemirmekte, beni "bile bile ladesler"e sürüklemekteydi. Kimlik arayışından bahsetmiyorum zira o aşamayı çoktan atlattım. Çok duydum etraftan; "erkek adamsın hocam, gidip il dışında okuyacaksın ve hayatı öğreneceksin" veya "ulan her türlü manitaya takılırsın, ortama girer çıkarsın erkek adamsın sen bak hesap soranında olmayacak git işte" şeklindeki nasihat bozması ukteleri. :) Bende gitmeliydim, bende hayatı öğrenmeliydim dedim kendimce. Yalnız başıma yaşamayı bilmeli ve insanların senin safında daim olmadıklarını tecrübe ederek öğrenmeliydim. Yanlış anlaşılmasın o "manitaya takılmak" ya da "ortam çocuğu olmak" gibi sosyal etkileşimleri aklımın ucundan bile geçirmedim. :) Tanıyanlar bilirler zaten bunlar veya bunların türevlerini asla önemsemediğimi ve yapmayacağımı. Kafamda bir yere bayrak dikip vatanım demek vardı kısacası.

Böyle olmadı çünkü evdeki hesap çarşıya uymuyormuş. Gelen gideni aratırmış ya, işte bunu topraklar içinde söyleyebiliyormuşsun. Anne yemeklerini özlediğini farkettiğin an suratına binlerce tokat yemiş gibi oluyormuşsun, babanın akşam eve gelişini özlediğini farkettiğin an kafana balyoz yemiş gibi oluyormuşsun. Kapını kimse çalmayınca için acıyormuş, telefonun 2 günde 1 kez faturalı hat sahibi olan baban tarafından aktif hale getirilince yüreğin sızlıyormuş. Hatta öyle bir şey oluyormuş ki; "keşke kardeşim ile ps2 oynasam ve beni yenmesinin faturasını okkalı bir tekmeyle ödetsem ona" diyormuşsun. Attığın tekmeden sonra yediğin küfürleri özlüyormuşsun. :)

Bütün bu farkındalık silsilesinin sonunda kendi kendime dedim ki, İstanbul farklı bir yer ve her insanı oraya bağlayan bir şeyler olmalı. Din, dil, ırk, cinsiyet vb. ayrımı yapmadan yeryüzünde yaşayan herkesin İstanbul ile bir bağlantısı olmalı çünkü bir lütufmuş tüm insanlığa o şehrimsi ülke. Cennetin bir kısmının bize bahşedildiğini düşündürmeliymiş atılan her adımda.

Şimdiyse ben doğup büyüdüğüm yerleri büyük bir özlemle anmaktayım. Belki yol mesafesi çok uzak değil fakat dile kolay gelen 4 (laf aramızda, muhtemelen 5) sene boyunca tam anlamıyla "bitti" denilemeyeceğinden bu hasrete, kısmi sahiplenmeler olmalı bulunduğun yerde. Bunu sağlamak içinde dönmemek zorundasın.

İşte mühim olan soru şu;

Kim katlanacak bunca zaman hoyratlığa ve özgürlüğe? Özgürlüğün dozajı sadece senin elinde olduğunda tadı kaçıyor mu ne ?!

[İstanbul dahilinde olmayı dileme sebeplerimden biri olan, başlıktaki kelimenin Türkçesini isim olarak taşıyan kişinin adına. :) Bir gün onun baskısıyla kitap yazmak zorunda kalırsam ona atfedeceğim için üslubu bilsin diye. ]

CR


Küçük bir nükte...

İlgilenene duyurulur ! :)

19 Aralık 2009 Cumartesi

Dipnot


Stadı muhtemelen tanımışsınızdır. Çıkarayamanlar için; en eski adıyla Neckar Arena, bir önceki adıyla Gottlieb-Daimler Stadion ve yeni adıyla Mercedes-Benz Arena. :)

Bir BVB 09 Dortmund ve Vfß Stuttgart sevdası var ikimizde.

Maksat karışıklığa mahal vermeyelim, rengimiz belli olsun... :)

18 Aralık 2009 Cuma

İlk...

İlk post heyecanı sebebiyle girizgah kafada pek kurulamasa dahi bodoslama olarak bir yerlerden başlamak gerek. :)

Blog sahibi olma tutkusu benim için geçmiş zamanlara dayanan bir durum değil öncelikle bunu söylemeliyim. Sadece küçüklüğümden beri hayal ettiğim ancak uygun platform ya da şartları bir türlü yakalayamadığım için sürekli ertelenen bir hevesti yazarak paylaşmak olgusu. Ancak boş yere değil, gerçekten paylaşmaktı amacım. Dostum Cem'in kendine ait blogunda bir şeyleri özgürce anlatabildiğini fark ettiğimde bunu benimde yapmam gerek diye düşündüm lakin yanımda biri daha olmalıydı. Olabilecek en doğru adam ile (blog sahibi olma aşamasındaki bütün yükü ona yıkmam ve bundan ötürü tek bir şikayet etmemesi de "doğru adam" yakıştırmasında aktif rol oynamakta) gerçek anlamda "bir yerlerden" , büyüdüğümüz şehirden uzakta bu işe kalkıştık. :)

Daha nice nice postlar tarafımızdan girilecek ve bu ortaklığımız ile elimizden geldiğince, aklımızın yettiği ve klavyemizin döndüğünce bir şeyler yapmaya çalışacağız.

En kısa zamanda görüşmek üzere...

Die Begrüßung

Benim bir blogum vardı ama ortaklaşa çalışmak,takım oyunu oynamak için ortaokul arkadaşım,dostum Baran'la beraber yeni blog işine de girdim.Kendisi Trakya Üniversitesi İşletme öğrencisi.Yani mantığımız İİBF mantığı olacak.Genel olarak birçok konuda uyumluyuzdur ki blogun başlığı,adresi ve içeriği bunun yansımasıdır.Ancak Fener-Cimbom maçlarında n'aparız,Tanrı bilir.Hatırlatmadan da geçmeyeyim;Bundesliga,SDP-CDU,Schröder-Merkel,Özil-Schweinsteiger vb.konular dışında Almanya ile hiçbir bağımız yoktur.Bizimki hayranlık sadece :P

Ayıptır söylemesi biraz tecrübem ve de çat pat Almancam olduğu için başlangıcı ben yaptım.Nice postlara nasip etsin inşallah...Ve de vira bismillah...

Grüß Gott...;)