20 Aralık 2009 Pazar

der Strauss..

Blogun yapısına uyacak şekilde, Almanca bir başlık ile başlamak istedim bende bu posta.

Genel itibariyle spor, özellikle de futbol bazlı bir blog olacağı izlenimini versek dahi, içinde kişisel görüşlerimizin veya yaşantılarımızın gerekli kısımlarını bulunduracağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Faydalı olmak ise amacımız, güncel ile harmanlanmış çok şey bulacağınızdan şüpheniz olmasın.

Gelelim "dert yanmak için" hazırlandığım yazımıza...

İnsanın doğduğu şehirden, doğduğu semtten, doğduğu sokaktan hatta doğduğu evden kolay kolay ayrılamadığı su götürmez bir gerçek. Hele ki henüz reşit olmuşsanız ve bu gurbetliğe karşı boynunuz kıldan inceyse kabullenmek kolay ancak alışmak çok zor olur. Kabullenmenin kolaylığı ailenin baskısından kurtulma mantığında olmaktan kaynaklanır çoğu zaman. Genellemek gerekirse annenin sana "odanı topla" demeyecek olması ya da belirli bir vakitten sonra babanın arayarak "çabuk eve gel" diyerek fırça atmayacak olması o kadar cazip kılar ki ailenden uzaklarda bulunmayı. Üstelik ebeveynin rızasını sormadan gitmek, onların seni uğurlarken gözlerindeki mutluluk ayrı bir haz verir ergen kişiliğe çünkü "hem golü attım hemde rakip taraftar tarafından kutlandım" hissiyatı oluşur.

Bunları bundan 2 ay öncesinde bende yaşadım. Evet ailemle bir sorunum yoktu ancak yaşımın bünyemde oluşturduğu bir hırçınlık, bir ayrıklık ve tezatlık vardı ve bu beynimi kemirmekte, beni "bile bile ladesler"e sürüklemekteydi. Kimlik arayışından bahsetmiyorum zira o aşamayı çoktan atlattım. Çok duydum etraftan; "erkek adamsın hocam, gidip il dışında okuyacaksın ve hayatı öğreneceksin" veya "ulan her türlü manitaya takılırsın, ortama girer çıkarsın erkek adamsın sen bak hesap soranında olmayacak git işte" şeklindeki nasihat bozması ukteleri. :) Bende gitmeliydim, bende hayatı öğrenmeliydim dedim kendimce. Yalnız başıma yaşamayı bilmeli ve insanların senin safında daim olmadıklarını tecrübe ederek öğrenmeliydim. Yanlış anlaşılmasın o "manitaya takılmak" ya da "ortam çocuğu olmak" gibi sosyal etkileşimleri aklımın ucundan bile geçirmedim. :) Tanıyanlar bilirler zaten bunlar veya bunların türevlerini asla önemsemediğimi ve yapmayacağımı. Kafamda bir yere bayrak dikip vatanım demek vardı kısacası.

Böyle olmadı çünkü evdeki hesap çarşıya uymuyormuş. Gelen gideni aratırmış ya, işte bunu topraklar içinde söyleyebiliyormuşsun. Anne yemeklerini özlediğini farkettiğin an suratına binlerce tokat yemiş gibi oluyormuşsun, babanın akşam eve gelişini özlediğini farkettiğin an kafana balyoz yemiş gibi oluyormuşsun. Kapını kimse çalmayınca için acıyormuş, telefonun 2 günde 1 kez faturalı hat sahibi olan baban tarafından aktif hale getirilince yüreğin sızlıyormuş. Hatta öyle bir şey oluyormuş ki; "keşke kardeşim ile ps2 oynasam ve beni yenmesinin faturasını okkalı bir tekmeyle ödetsem ona" diyormuşsun. Attığın tekmeden sonra yediğin küfürleri özlüyormuşsun. :)

Bütün bu farkındalık silsilesinin sonunda kendi kendime dedim ki, İstanbul farklı bir yer ve her insanı oraya bağlayan bir şeyler olmalı. Din, dil, ırk, cinsiyet vb. ayrımı yapmadan yeryüzünde yaşayan herkesin İstanbul ile bir bağlantısı olmalı çünkü bir lütufmuş tüm insanlığa o şehrimsi ülke. Cennetin bir kısmının bize bahşedildiğini düşündürmeliymiş atılan her adımda.

Şimdiyse ben doğup büyüdüğüm yerleri büyük bir özlemle anmaktayım. Belki yol mesafesi çok uzak değil fakat dile kolay gelen 4 (laf aramızda, muhtemelen 5) sene boyunca tam anlamıyla "bitti" denilemeyeceğinden bu hasrete, kısmi sahiplenmeler olmalı bulunduğun yerde. Bunu sağlamak içinde dönmemek zorundasın.

İşte mühim olan soru şu;

Kim katlanacak bunca zaman hoyratlığa ve özgürlüğe? Özgürlüğün dozajı sadece senin elinde olduğunda tadı kaçıyor mu ne ?!

[İstanbul dahilinde olmayı dileme sebeplerimden biri olan, başlıktaki kelimenin Türkçesini isim olarak taşıyan kişinin adına. :) Bir gün onun baskısıyla kitap yazmak zorunda kalırsam ona atfedeceğim için üslubu bilsin diye. ]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder